3 Nisan 2009 Cuma


Pieter Brueghel'in en sevdiğim tablolarından biri; Ikarus'un Düşüşü. Brüksel Güzel Sanatlar Müzesi. Fotoğrafı Iphone'la çektim.

1 Mart 2009 Pazar

Autumn en Normandie

Normandiya benim için hep özel oldu. Fransa'daki öğrencilik yıllarımın ilk durağıydı Caen Üniversitesi. Sonbaharı aslında ilk kez burada sevmeye başladım, o zamana dek sonbahar benim için anlamsız bir mevsim olmuştu. Yıllar sonra yine bir sonbaharda uluslararası bir toplantı için gittiğim Deauville'de geçirdiğim bir kaç günden sonra eski günlerin anısına kendime Normandiya'da ufak bir haftasonu tatili hediye ettim.

Güneşli bir pazar sabahı Caen'ın yat limanı yakınlarındaki otelimden çıktım; önce muhteşem lezzetlerin yer aldığı pazarda ufak bir tur attım.
Yürüyerek tren istasyonuna gittim ve bulduğum ilk trene atladım. Coutances'a kadar gittim. Burada kısa bir yürüyüşten sonra Mont St. Michel trenine atladım. Coutances'ta sonbaharın renkleri arasında kayboldum bir anlamda. İçimi öylesine çocuksu bir sevinç sardı ki, anlatamam. Doğa beni hep şaşırtır. Aynı şeyleri binlerce kez görmüş olsam da her seferinde ilk kez görmüş bir çocuk coşkusu oluşur içimde.

Eski bir Galya kenti olan Coutances, bir çok savaş görmüş ve bu nedenle de bir çok kez yıkılmış, yeniden inşa edilmiş. Özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında Normandiya, Almanlar tarafından yoğun olarak bombalanmış.

Ufak ve sevimli bir kent olan Coutances'da kısa bir yürüyüş yapmanızı, minik bir Creperie'de galette (tuzlu krep) ve krep yemenizi tavsiye ederim.

Coutances Katedrali'ni kentin her yanından görmek mümkün. 13. yüzyılda inşa edilmiş bu katedral, Gotik Normandiya mimarisinin mükemmel bir örneği. Bu arada ufak bir not: Katedral ziyarete her zaman açık değil.

Coutances'in en önemli kültür etkinliklairnden biri de her yıl mayıs ayında düzenlenen "Elma Ağaçları Altında" Caz Festivali.

http://www.jazzsouslespommiers.com/

Coutances - Pontorson Mont. St Michel arasında yaptığım tren yolculuğu da oldukça keyifliydi. Normandiya'nın doğasını seyretmekten kendimi alamadım. Pontorson'da trenden indikten sonra Mont St Michel'e giden otobüse bindim, bu otobüs yolculuğu sadece 10 dakika sürüyor. Gece yarısına dek süren bu seferler sayesinde ulaşım sorunu hiç yok. Fransa'da - tüm Avrupa kentelerinde olduğu gibi - tren veya TGV (hızlı tren) en etkin ulaşım aracı. Mont St. Michel'e gelmek için banim yolum dışında başka bir yol daha var.
Rennes'e TGV ile gelmek, oradan da Pontorson'a yine trenle ulaşmak.


Mont St. Michel ile buluşmam her halde günün en keyifli anıydı. İşte karşımda sanki bir masal diyari gibi duruyordu. Tarihi 7. yüzyıla kadar uzanan ancak üzerindeki manastırın yapımı 11. yüzyılda tasarlanmış. St Michel Dağı, kayalıklardan oluşan ufak bir kara çıkıntısı. Ancak gelgitler nedeniyle de adaya dönüşüyor. Gelgitler öylesine farklı ki bu bölgede bir anda siz anlayamadan sular her bir yandan girdaplar halinde yükseliyor. O nedenle de burada her şey gelgitlere göre ayarlanmış.

Bir çok dehlizlerden, odacıklardan oluşan manastırı gezmek neredeyse insanının tüm gününün alıyor. Tam bir ortaçağ efsanesinin göbeğine düştüğünü hissediyor insan ve o kasvetten kendisini ancak dışarıdaki muhteşem manzarayı seyrederek kurtarabiliyor.

Eğer yolunuz bu tarafa düşerse, muhakkak Chez Mere Poulard'da farklı omletlerin tadına bakın. Fiyatlar biraz tuzluca ama bu deneyimi yaşamaya değer. Tabii yemeğinize bu bölgenin özelliklerinden biri olan cidre (elma şarabı) de eşlik etmeli!




Turşu Kurulur, Salça Çekilir

Bu yazı, daha önce Lezzet Dergisi'nde yayınlanmıştır.

Ünlü Şili Diktatörü Pinochet’e gazeteciler sorar; “Sizce turşu kurmak mı kolay? Yoksa cunta kurmak mı? Pinochet; turşu kurmak daha zor, der. Turşu kurmak için salatalık bulacaksın, biber bulacaksın, lahana bulacaksın, bunları bir kavanoza koyup tuzlu suda tutacaksın, suyunu değiştirip duracaksın, ve günlerce bekleyeceksin. Pinochet zoru denese ve turşu kurmayı tercih etse tarih nasıl gelişirdi bilemiyorum. Ancak turşu kurmanın ne kadar da sabır isteyen bir uğraş olduğunu çok küçük yaşta öğrendim. Benim için sonbaharla eş anlama gelen turşu kurmak, çocukluk yıllarımda babamla paylaştığım ortak zevkti. Önce el ele Adana Stadyumu’nun arkasında kurulan semt pazarına gider alış verişimizi yapardık. Aldığımız domates, acur, patlıcan, lahana-ki en favori turşumdur-, biber ve kelekleri neredeyse boyum kadar bidonlara doldurur, babamın dikkatle hazırladığı sirkeli, tuzlu ve sarımsaklı suyu da ekledikten sonra sanki içerideki sebzeler uyuyormuşçasına büyük bir dikkatle kapaklarını kapatırdık. Her sabah büyük bir merakla bidonların başına dikilir, turşuların oluşumuna tanıklık etmek isterdim. Her geçen gün sabrım azalır, bidon kapağının açılacağı günü iple çekerdim. İlk turşu büyük bir törenle yenir, hatta komşulara da ikram edilirdi. En iyisi ben bu eylülde Lezzet’te yayınlanan tariflere uyarak turşu kurayım. Adanalıları sonbaharda turşu kadar meşgul eden başka bir uğraş da biber salçası yapımıdır. O da en az turşu kadar sabır ve dikkat isteyen ve takım ruhuyla hazırlanan biber salçası Adana yemeklerinin vazgeçilmez sosudur. Genellikle tüm komşuların ortak olarak aldığı 50-60 kilo kadar kırmızı biberin imece usulüyle, yıkanıp süzülmeye bırakılması, ikiye ayrılarak içinin temizlenmesi tam bir eğlencedir. Temizlenen biberler kıyma makinesinden geçirilerek temiz kaplara yerleştirilir ve güneşte pişirilmek üzere damlara yerleştirilir. Gerçi ben sevgili Gülhan kadar şanslı olamadım. Neden mi? Çocukluğum tipik bir bahçeli ve geniş damlı Adana evinde değil de apartmanda geçti. Yine de Adana’nın dev balkonlu apartman dairelerinde de çatılardaki kadar olmasa da biber kurutanlara rastlamak mümkündür. Adana’nın en önemli sokak esnaflarından biri de “salça çeken” diye sokaklarda bu dönemlerde baş gösteren “salça çekicileri”dir. Büyük kıyma makineleriyle tonlarca biberi kıyarak geçimlerini sağlarlar. Güneşte 1-2 hafta kadar bekletilen biberler kıvamına geldikten sonra bir kez daha kıyılır veya süzgeçten geçirilir. Ardından bütün bir kış kullanmak üzere bidonlara doldurularak saklanır.